Başakşehir Adak Kurban : Çobanlığın Geçmişi

3 Kasım , 2020admin
Başakşehir Adak Kurban : Çobanlığın Geçmişi

Anadolu Selçuklu Devleti’nden itibaren en önce Yörük oymakları olmak üzere, yaylalardan, senede bir kere; bazı yörelerde her sürü için, bazı yörelerde ise koyun ve keçi başına yaylak resmi ve kışlak resmi adı altında vergi alınmaktaydı. Hatta yaylak alanları ile kışlak alanları ve bunlar arasında gidilip dönülecek yollar, resmi tahrir defterlerinin sayfalarında gösterilirdi. Sınırların daralması göçebe hayatın meskûn hale geçmesi demekti. Bir de buna 19. yüzyıldaki sanayi devri ilave edilince makineleşmenin artması, tarım alanlarının farklı değerlendirilmesi iskanı mecbur kıldı.

Beylikler, artık verimli meralardan ziyade fabrika kurulacak sahalar ve onun etrafında oluşacak şehirleri tasavvur ediyordu. Toplum mühendislerinin bakış açısına göre hayvancılık ve tarım toplumunun sanayi ve teknoloji toplumuna ayak uydurması lazımdı. Evrimci bakışa göre modern hayvancılık ve tarım kavramları çobanı ve göçerliği küçük görüyordu. Sanayi ve teknolojiye ayak uydurmalıydılar. Değişen ve gelişen tarihi seyirde iskan bir zorlama değil o zaman için mecburiydi. Anadolu’da ise çobanlık göçerlikle aynı seviyede devam ediyordu.

Kaybedilen topraklar çobanlığın sınırını da daralttı [ Başakşehir adak kurban ]

1923 yılında kaybedilen topraklar ve çizilen sınırlar çoban açısından da hiç iyi bir durum olmamıştı. Karacadağ’da Göçebe Hayvancılık ve Göçerler üzerine çalışan Yrd.Doç.Dr. Taner Kılıç bu duruma temas etmiş. “Ülkeler arasındaki sınır değişiklikleri de göçebelerin mera alanlarını sınırlayabilmektedir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye-Suriye sınırının yeniden belirlenmesiyle, göçebe aşiretler daha güneye inemekte zorlanmıştır. Göçebeler için mera alanlarının daralması felaket olarak görülmektedir. Osmanlı’nın sınırlarının daraltılmasıyla 1923 yılından itibaren yapılan anlaşmalarda İran, Irak ve Suriye sınırları karşılıklı olarak göçebe hareketlerine kapatıldı. Osmanlının yıkılmasıyla beraber göçerlerin yaylalarını en yakın köyü kamu malı haline getiren kanun ve karar çıkarıldı. Bütün bunlar meralarla beraber göçerlerin ve çobanların hakimiyet alanını daralttı.”

Yıl 1950: “Kışın Antalya Ovası’nda kalmış olan bir oymak, Beydağı eteklerindeki yaylasına göçüyor. Göç, arada mesafeler bırakılarak yapılmaktadır; toplu halde değil. Önde yirmi kadar inek ve öküzü götüren birkaç kişi, onların bazısı ata binmiştir, bazısı eşeğe… Arkada yayan gidenler de var: Kadın, erkek ve çocuk. Kucaklarında ekseriya bir bebek veya kuzu, keçi yavrusu taşıyan bu atlılardan başka, eşeklerin de heybesinden uzanan başlar görüyoruz.

Önüne otuzdan fazla davar katmış, elinde değnek, gayet gururlu on altı yaşlarında bir çoban kızı. Vaziyete o derecede hâkim, gözlerinde nefsine güven, otomobile de, mantolu hanımlara da, beylerine de bakmadan bir yürüyor ki… Ne adımlarını şaşırıyor ne de surat ediyor. Tamamıyla kendi âleminde, dış tarafa kayıtsız, imparatoriçe edasiyle gidiyor. Bu halde ki haşmetinin tesiri ile hürmetle, tâzimle selâma duracağım geldi.”

Refik Halit’in çobanların göç tasviri 1950 yılında meydana geliyor. Yazının devamında ise sırasıyla memleket davasının bir kördüğümü: Yaylak ve kışlak, ormanların tahribi, konar göçerlerin barınma yahut iskanı ve hayvan neslinin bozulması var. Ne olduysa çobanlara yer bulunamaz olmuştu. 1959 yılında keçinin ormanlara girmesi yasaklanır.